Ölümün eşiğinde bir masa var. Üç sandalye… ikisi dolu, biri ısrarla boş. O boşluk bazen Tanrı’nın bakışı,
bazen vicdanın keskin sesi, bazen de hiçliğin soğuk susuşu. Selim, bir “kaza” diye geçiştirilen hayatının
içinden çekilip bu odada yargılanmaya değil, çıplak bırakılmaya çağrılıyor: “Ölüm anında insanı kim
yargılar?” Dostoyevski’nin karanlık merhametiyle Camus’nün güneş altında bile üşüten dürüstlüğü
çarpışırken, okur bir mahkeme izlemiyor—kendi içindeki mahkemenin kapısı ...